Aşk, istenildiğinde öldürülebilen üç harfli basit bir kelimeden ibaret sanıyordum o zamanlar. Ve kimseye zarar vermeden onu öldürmenin en güzel yolunu bulabileceğimi düşünüyordum. Kaynağına gitmeliydim, onu bulup kurutmam gerekiyordu. İçimde akan o deli sıcak kanın kaynağına.
O yüzden kalplerden başlamalıydım. Birbirlerini delice seven ve biri bana diğeri ona, aslında ikisi de bana ikisi de ona ait bu kalpleri susturmanın bir yolu olmalıydı. Eğer onlar susarsa, bu iş çözülecekti.
Evet, kafamı kemiren soruların her birine cevap bulan bir akıldan ve duygularının esiri olmuş bir kalpten ortaya çıkan vicdan ile hesaplaşmanın ardı arkası kesilmedi. Vicdan bu ikisinin bir bütünüydü, ama hiç de öyle değildi. Çünkü vicdan yarıya bölünmüştü. Aklım git der, kalbim kal derken, ne aklıma uyabiliyor ne de kalbime söz geçirebiliyordum. Ben de o da başkaca yaşamalıydı bu hayatı. Ne ben onu yaşadığım bu çukura çekme, ne de o beni bu çukurdan çıkarma ayrıcalığına sahip olabilirdi. Oysaki kendimizce düşer kalkar yolumuza devam ederdik, hesapsız olmalıydı aşk.
Hesapsız yaşandı bu aşk belki de ondandı bunca çile. Gençliklerimizin baharında hiçbir şeyden haberi olmayan çocuklar gibi şendik. Dünya bizim etrafımızda dönüyor, gözlerimiz başka bir şey görmüyor, kalplerimiz başka türlü dinmiyordu. Ayrılıklar hasretleri, hasretler yanan ateşi artırmaktan başka bir halta yaramıyordu. Vuslatlarsa ateşe körükle giden yangın erlerine benziyorlardı, kavuştukça birbirimize bu ateşi büyütüyordu. Ve bu çocukların kalplerini öldürmeye benim mecalim yoktu. Bu aşk yutuyordu dünyamızı kara delik gibi. Bir şeyler yapmam gerekiyordu, çünkü ben dünyayı kurtarabilme gücüne sahip olduğuma inanmıştım. Ama benim bu çocukların kalplerini öldürmeye mecalim gerçekten yoktu. Her nasılsa bunu yapmalıydım ve yapacaktım. Sadece bir katil olmadığım için bu cinayeti nasıl işleyeceğimi bilmiyordum ve her kararsızlığımın çözümü gibi bunu da zamanın halletmesi gerektiğine inanmıştım. Evet, ben yapmayacaktım. Zaman her şeyi halledecekti.